7 min read

Niçün cumhurreisi olmadığım beyanındadır

Bu sıra mevsim ala-sulu geçiyor ya ey azizler, bizim fakirhanenin sakfındaki kiremitler alenen iliştire dönmüş de haberim yok; buzlar çözülünce fark edemedim bil'akış; kuşluk vakti Razı tefsirine gömülmüşüm, derken "sipp" diye burnumun tam merkez-muhacim mevkiine bir şey damladı. Pencereden taşraya nazar ettim; hava fevkalade latif, vakıa hafiften bir kabayel bulutları kımıldatmakta ise de yağmurdan eser yok; derken bir daha, bir daha. Tavan arasına çıkınca ne göreyim, ortalık Haliç Tersanesi'ne dönmüş de bir tek şefineler noksan. Söylene söylene aşağı indim. Tez vakitta bir usta bulmalı lakin kiremit nerde bilader? Çaresiz gözümün gördüğü yerlere kab kaçak iliştiriyordum ki kapı çalındı. Cumbadan baktım ticari bir taksi kapının önünde duruyor. "Hayırdır inşaallah" deyip kapıyı açtım. Biri hanım, diğeri erkek iki misafir; belli ki ecnebiler. Şoföra, "kim oğlum bunlar?" diyecek oldum. Kızıl saçlı ecnebi, ekalliyet ağzına benzer yamru-yumru bir lisan ile, "Recai Bey mi oluyordunuz siz?" deyip araya girdi. İsticvabe mecal kalmadan şoför araya girdi, "Beybaba, turist bunlar turist" dedi, "fesmekan otelin önünden aldım bunları. Ellerindeki kaaatta buranın adresi vardı; kaptım getirdim icabında."

Neyse, arkadaşları içeri buyur ettik tabii. Erkek, 40 yaş sularında var; hanım ise bilemedin 25 civarında. Yukarı odaya çıktık, ortalık bahr-i şefid mübarek. Kız, herife hitaben "oh darling very interestingly, oh wonderful!" diye tazyike maruz çığlıklar fısıldıyor. Adam kıza "ağır ol molla desinler" mealinde bir şeyler tenbihledi ki kız sustu lakin hayretten irileşmiş nazarlarla bizim viranhanenin dört duvarını adeta yiyecek gibi tarassut ediyor.

Lafı uzatmayalım adamın adı Jonas imiş; İngiliz Şark Tedkikleri Cemiyeti bünyesinde yürütülen bir projeyi tahakkuk maksadıyla buraya gelmişlermiş. Kendisi bizzat Türk tarihi ve lisanı üzerine ihtisas yapmakta imiş; yanındaki hatun "girl-friend"ı oluyormuş. Jonas'ın yirmi günlüğüne Türkıya'ya gideceğini öğrenip, "İlla beni de götür, ben kendi mesarıfımı çekerim." diye yalvar-yakar olunca Jonas efendi de "centilmenlik" belası kızı (yani "Jasmin Hanım"ı) yanına almış.

"Memnun oldum, mahzuz oldum" diyorum fekat mes'ele el'an tavazzuh etmiş değil; mecburan araya girip müdahil oldum, "Pekala Jonas Bey, öğle vakti yaklaştı; sebeb-i ziyaretiniz nedir fekat?" Adamcağız özürler diledi; efendim bunlar bahusus bendeniz başta olmak Türkıya'nın en nafiz ve en mühim sivil şahsiyetleri ile bir kit'a mülakatta bulunmak niyetinde imişler. Sinn-i kemalım hasebiyle evvela bizzat benden başlamayı münasip bulmuşlar; acaba böyle bir mülakatı kabul eder miymişim felan.

Cevap vermeden önce bir lahza tevakküf ettim; "yahu bu herif entelicans servisinin veyahut kim emaybes teşmiye olunan istihbarat şebekesinin çöpçatanları olmasın; aman yaş tahtaya basma Recai, evvela bir sıkı istifsar et bakalım, bu Jonas ın midir çin mi?"

Dedim ki, "o iş kolay lakin yemek vakti yaklaştı, ben şu köşedeki kebapçıdan size yemek söyleyim, zira öğleyin ben sadece simitle nefis öldürüyorum; hele bir telefon çevireyim." Öteki odaya gidip, üst dolaptaki telefona uzanıp bizim hariciye'den mütekaid bir ahbaba vaziyeti hülasa ettim. "Ben beş dakikaya sizi enforme ederim Recai beyciğim" deyip kapattı. Yeniden içeri geçip "Manchester'da havalar nasıl, n'olacak bu New Castle'ın durumu?" cinsinden abes laflar geveler iken telefon geldi. Cevap müsbetti. Derakap bizim lokantacı Omer'e telefonla talimat verip iki porsiyon sis köfte ısmarladım.

- Pekala Jonas Bey oğlum, kofteler yolda; imdi sor bakalım?


Bakınız bunlar ibrettir ey azizler; icabında herifler teheey nerelerden kalkıp gelerek bal alacak çiçeği nasıl teşhis ediyorlar netekim; vakıa ben bizzat bu gibi röportaşlardan sarf-i nazar ediyorum lakin buyrunuz adam "Recai Bey'dir" diyerekten kapıma gelmiş; çantasından bir dosya çıkardı, inanmazsınız; bütün makalelerim tek tek kesilerek pilastik zarflara konulmuş, tarih sırasıyla kılaşöre dizilmiş. Jonas Bey, bakınız ne yazdıklarımı benden iyi takib etmiş; imdi bunca sa'y u gayreti kapıdan çevirmek civanmerdlik kitabında yoktur. Esasen bu mülakatı süracığa dercetmezdim lakin ibret maksadıyla tenezzül ediyorum, bilinsin.

İlk suali şu idi; diyor ki, "Recai Bey, Türkıya'da sizden habersiz kuş uçmadığı malum ve müsellem; bu muvacehede buyrunuz mesela, kısa vadede memleket ahvalinde mühim bir tebeddulat vukuu bulabilir mi?"

Yunis'in (malum ki Jonas frenk lisanına İbranice'den geçmiş bir ism-i has olup aslen su bizim bildiğimiz Yunis demektir) Türkçesi berbad fekat ben kaarilerim daha iyi anlasın deyu bir kere daha Türkçeye tercüme eyliyorum. Cevaben dedim ki,

- Biz esasen çok mühim tebeddulatın tam orta yerindeyiz; iki asırdan beri mühim tebeddulatlar geçirmekten ötürü, her nevi tebeddulata karşı kesb-i muafiyet eyledik bilakis. Öyle ki arızasız günler bizde milletçe tedirginliğe vesile oluyor. Biz bu hali, 'Türkıya'ya bir seycikler olmaz.' diye ifade eyliyoruz. Lakin taşradan nasıl anlaşılıyor, gayri o sizin bileceğiniz iştir.

Bu esnada kebaplar yetişti. Yunis Bey ikinci suali tevcih edüben müsaade isteyip kebaba kıyam etti. Diyor ki, "Recai Bey, siz Müslüman memleketler arasında en kıdemli demokrasiye sahipsiniz fekat sizde rejim mütemadiyen ınkitaa uğruyor; aceba sizde demokrasi kültürü mü noksan, yoksam ki cihet-i askeriyenin derdi nedir?"

Sual nazik bittabii. Biz uluorta "cihet-i askeri" derken bile iki yutkunup beş düşünüp lafı gül terazisiyle tartarak tasarruf ederken bayırın frengi paldır-küldür sarf ediyor.

- Sizin demokrasiden ne anladığınız, tarihte hangi cenderelerden geçerek demokratlıkta karar kıldığınız elbette bizce malumdur; bu içtihadınıza karışmayız lakin bakınız bizde netekim bir cami adabı vardır ki sizin demokrasi tecrübelerinizden en az tarih itibariyle üç kat daha kıdemlidir. Nedir mesela; bizim mescidlerimizde makama tahsis olunmuş bir tek yer vardır, o da imama mahsustur. İmam ki mesciddeki cemaatin müştereken ibadet etmesine yol gösteren kişidir. Kaide itibariyle hiçbir saf imamın hizasını geçemez, lakin hin-i hacette ehliyet sahibi herkes imamet mevkiine geçebilir, bu biirr; ikincisi mescidlerde omuz omuza hizaya geçer, bay u geda demeden, şeyh u mürid tefrik etmeden, amir-memur, işçi-patron, müstahdem-müsteşar, alım-cahil ayırmadan "erken gelen on safa geçer" kaidesince saf tutarız. Bu esnada sadece Cenab-ı Hakk'in huzurunda, ona itaate davet olunmuş ferd-ı vahitler olaraktan müşavi bir halimiz vardır. Bizim mescidlerimize, cemaati rahatsız edecek derecede kötü kokan ve kirli olanlar haricinde herkes girebilir..."

- Yani, diyor Yunis.

- Yani işbu cemaat adabı bizde cumhuri idarenin amud-i fekarısını teşkil eyler ve bizim millet 950'de demokrat idare gelince bakınız, ön asırdır bu idareyi müdrik cemiyetlerin aşinalığı ile derakab tam bir ahenkle yeni usulde hazımkarlık gösterdi. Bilmunasebe bizde demokrat idarenin ınkitaa uğraması, milletin değil "okumuş çocuklar"ın mizikçiliğina delalettir.

- Anladım efendim, peki ya cihet-i askeriyye?..

- Bakınız Yunis Bey, bizim cihet-i askerimiz, an'anevi cemiyet akşamımız içinde ulema fetvasıyla en evvel "Batı"ya açılmak zorunda kalmış bir hey'ettir. Askerimizin, bizi hacıl eden frenklere mahsus harb fennini elde etmesi içün işbu cemiyet tarafından teşvik etmiştir. Çünki her mağlubiyetten sonra hususen Osmanlı Evropası'ndaki vilayetlerimiz, içindeki İslam ahali ile bir daha dönmemek üzere frenklerin ağusuna giriyordu ki şu hal resmen bizim milletin şuurunu zedelemiş ve te'sırı hala devam eden ıstıraplara sebeb olmuştur. Bu bakımdan askerimizi bir manada ırz, izzet ve istiklalimizi muhafazada zaafa düşmesin deyu bu cemiyetin en "avantgarde" zümresi haline getirdik. Bu bir mecburiyetti netekim. İmdi cihet-i askerinin memleketin gidişatı hakkında titizlenmesi, işbu hususiyetile izah olunur.

Teyip çalışıyor lakin Yunis Bey, bir taraftan yine harıl harıl not tutmakta. Yasemin Hanım ise (malum ki Jasmin, aynen bizdeki Yasemin demektir) bizimle resmen kat'ı alaka eylemiş halde köşe yastıkları üstündeki "beyaz işi" desenlerini defterine kopya etmekle meşgul.

- Bu çok önemli, diyor Yunis, "peki efendim, daha çok suallerim var fekat daha evvel bir şey öğrenmek istiyorum; yüzünüze karşı söylemek riya gibi olacak lakin bakınız Evropa'nın siyasi, entelektüel ve edebi muhitlerinde böyük bir itibarınız var; makaleleriniz bütün dünyanın akıl şahsiyetleri tarafından hararetle takib olunuyor; görüşleriniz, başta Türkıya olmak üzere Ortadoğu ve Balkanlar'da, badehu enterkontinental mıkyasda ufuk açıcı fikirleri havi bulunuyor. Hal böyle iken niçün bu mütevazı hayata rıza gösteriyor ve mesela niycun gelecek dönemde cumhurreisi seçilmeyi düşünmüyorsunuz? Gayriihtiyari güldüm tabiyatılan; bak şu frenkin aklına ki ustalıkla ağzımı arıyor, dedim ki:

- Türk milletine cumhurreisi olmak çok böyük şereftir; elbette böyle bir makamın tasavvuru bile insanın kalbini ısıtıyor, lakin ben hayli an'aneci, fikren ve ruhen eski zevklere bağlı ve bahusus şahsi hürriyetine pek düşkün bir adamım. Köşk protokolü ile kendimi zencir-bend eyleyemem, ütülü pantolonla dolaşmak, frak giymek, giravatla gezmek, vazıyfe icabı hazlenmediğim konserlere, laf olsun beri gelsin davetlerine, sıkıcı toplantılara iştirak etmekten sıkılırım. Sağım katib-i umumi, solum yaver-i has; bunun koruması var, ahçısı var, uşağı, berberi, hizmetkarı ne bileyim bu işler bana giran gelir. Halbuki reisicumhur milleti temsil ettiği içün protokola riayet etmelidir; ben edemem şahşan. Farz-ı muhal an'ane icabı matruş bulunmak lazım, şahşan ben reisicumhur olacağım diye ne sakalımdan ne de bıyığımdan feragat edemem; böyle gelmişim, böyle giderim. Canım sıkılınca bir çay ocağına girip susamlı simitle kaşer peyniri yemek isterim; Tesbihçi Rıfat'la alelhusus yarenlik etmek isterim; cebime kırık leblebi doldurup aklım estikçe yemek, olur-olmaz yerde cığara fosurdatmak, haftadan haftaya kıymetdar kaarilerime aklımın estiğince irşadaatda bulunmak gibi ufak fekat mühim zevklerden vazgeçemem. Hem canım Süleyman Bey'imizin nesi var netekim; maaşallah işin bütün icabatına harfiyyen riayet ediyor.

Bir an soluk aldım,

- Fikriyatımdan istifadeye gelince Yunis Bey evladım; çok şükür bu memleketin çivileri henüz temamiyle yerinden uğramamıştır. Bakınız onca abes fiile mukabil hala Türkıya'ya bir şey olmuyorsa elbette bir sebebi vardır. Sağolsunlar zeman zeman gelir nokta-i nazarımı istifsar ederler; söylerim, anlatırım. Bu kadarı kafidir şahşan.

Baktım Yunis Bey not tutmayı bırakmış, hayretle "Yahu bu nasıl bir adamdır?" makamından beni seyrediyor. Bilahire Yunis Bey'in başka sualleri de vardı lakin süracığa dercini amme'nin ezhanına zaafiyet düşürür endişesiyle münasip bulmadım; lakin kıdemli kaarilerim elbette lafın hangi sularda seyrettiğini istiksaf eylemişlerdir. Ben kaarilerimi işte bunun için çok takdir ediyorum ey azizler.

Misafirlerimi uğurlarken bir an evvel evlenmeleri şartıyla Yasemin Hanım'a düğün hediyesi olaraktan rahmetli haminnemin bozulmuş kahve takımından kulpsüz bir kahve fincanı hediyye eyledim. Kızcağız kapıdan çıkarken bile hala, "Oh my God, İ don't believe" deyip duruyordu. Yunis ise düğüne çağıracaklarını vaadetti; bakalım sözünde duracak mı frenk?

Turkuaz, 29 Mart 1998, Pazar